20 Mayıs, 2008

Blogun Son Düdüğü

Bülent Abi'ye(Aceto) özenip, heves edip öyle başladık, iyi kötü devam ettiysek de iş güç mevzularına iyice dalınca bloga vakit ayıramaz oldum. Neredeyse 1 aydır ilk kez giriyorum ben de, özlemişim ama sık güncelleyememe, hergün takip edememe gibi sorunlar olunca da bırakmak zorunda kaldım yazmayı, zira "bir işi yapıyorsan ya tam yapacaksın, ya da hiç yapmayacaksın" diye düşünüyorum. Ayda bir vakit buldukça girip nadiren güncellemek yerine burada noktalamayı tercih ettim haliyle ama yine de "Belki birgün sahalara geri döneriz" diyip açık kapı bırakalım. Önceden haftasonu 1 günde 6-7 mç izlerken şimdi Eskişehirspor'un 1. lige çıktığını Adana'da, Parma'nın küme düştüğünü Ankara'da bir benzinlikte, 1 yıldır beklediğim Atletico Madrid'in Şampiyonlar Ligi'ne doğru olan yolculuğunun sonucu İstanbul'da eve yaklaşırken telefonda öğrendim, siz düşünün gerisini. Bugüne kadar takip eden, günde 2 dakikasını ayıran herkese eyvalla, saolsunlar. Diğer blogları okuyup futbolu sıradanlığın dışında izlemeye, endüstriyelleşmenin kokuşmuşluğundan uzak, forma satış rakamlarını umursamadan, yeni stad hikayelerine kanmadan, 90'ların tezahüratlarını dillendirerek takip etmeye devam edeceğiz. Son nefesimizi Dolmabahçe'ye, kapalıya saklayacağız her zaman. Kardeşimin dediği gibi; "Maça gitmediğimiz gün, öldüğümüz gündür." Futbolla balatayı sıyırıp, golle kayışı koparan herkese selam olsun.

Dedemin piştide son kağıdı masaya vurup, kazandığını ilan ettiği zamanlardaki gibi bitirmek gerekirse;
Finito...

19 Nisan, 2008

Yakmayın Lazım Olur

Haftasonu oynanan Groningen-Ajax maçından görüntüler. Groningen taraftarı konfeti atıp 80'leri yad etmek istemiş, bi bayram havası yaratmak istemişse de yanlışlıkla yangın çıkarmışlar. Ortalık dumanaltı olunca Ajaxlı futbolcular gelişmeleri soyunma odasındaki televizyondan takip ediyorlar. Hakem "Taraftar stadı yaktığında ne yapıyorduk lan" diye kuralları hatırlamaya çalışıyor çarezisce. Bu kadar şov yapmanın en kötü yanı 90 dakika sonunda yenilmek, üstelik kendi sahanda. Sonuç; 1-2. Tribünde böyle eğlence varken sonuç kimin umurundaysa artık.

18 Nisan, 2008

Robbie Fowler

Robbie Fowler'ın Anfield Road'daki yıllarının son anlarını izleyen Liverpool yedek kulübesi ve tribünlerde ağlayan taraftarlar. Bir efsanenin sonu. Sonrası Cardiff yolları. FIFA 97'de çok sağlam bir gol yemişliğim var kendisinden.

17 Nisan, 2008

Kral Kupası

Dün maç 2-1 iken, Getafe 2.yi atıp kupanın diğer kulpuna tutunabilirdi ama geçen haftaki Bayern maçından sonra 1 hafta içinde ikinci kez bir kalecinin beceriksizliğine kurban gitti adamlar. 2008'in Nisan ayında Getafe taraftarı olmak zor zanaat. 10 gün önce onlar da "İki kupayı getirin bize, canımızı verelim size" diye dolaşıyorlarsa ortalıkta bu sezonu yıllarca unutamazlar. Getafe alsın istedim, olmadı ama benim gözüm muhteşem tribünlere takıldı daha çok. Kral kupası finali olduğunu bilmesen, tribünlere bakınca sanırsın ki Hollanda-İtalya Dünya Kupası finali oynanıyor Madrid'te. Vicente Calderon'un yarısı turuncu, yarısı maviye bürünmüş, "abi biraz kaysana" desen, ilerleyecek yer yok, herkes ayakta. Bizim Kayserispor-Gençlerbirliği finali İzmir'de oynanacak. Stadı bilmiyorum ama Atatürk Stadı'dır o muhtemelen. 80 bin kişilik stadta kaç taraftar olacak merakla bekliyorum. Biri Ankara, biri Kayseri takımı, oynatsana adamları iki şehrin yakınında bir yerde. Şart mı kupa başlamadan finalin şehrini belirlemek. Absürd absürd uygulamalar. Dünkü maçın değil de taraftarların fotoğraflarını koyalım buraya, bizim final maçından sonra döner bakarız.





Sonuç ; 3-1, kupa Katalanya yolcusu, kazanan Velencia

16 Nisan, 2008

Bold Pilot

90'lı yılların ortasında iki amcam ve eniştemin teşvikiyle at yarışına merak salmıştık kuzenlerle. O günlerden geriye sadece Bold Pilot efsanesi kaldı zihnimizde. Hazır bugün konsepti dağıtmışken onu da analım buradan. O koştuğunda abartısız tüm Türkiye tek geçerdi o ayağı, yarışları 6-7 boy önde bitirirdi Halis Karataş ile. Sprintlerine, asaletine kurban olduğum İngiliz beygiriydi. Kuru çimde rakibi yoktu ama 2 damla yağmur yağsın naz yapar koşmazdı hayvan. 96'daki gazi koşusu rekorunu ararken o koşunun videosu çıktı karşıma. İsmini bir yerlerden hatırlayan, özleyen falan varsa buyursun. Özlemişim "start verildi ve koşu başladı" lafını. 98'de bir şampiyon olarak veda etti pistlere. Koçum benim, acaba şimdi napıyordur.

Para İmkan Falan

Önceki postlarda 2007/08 sezonu takımlarının bonservis harcamalarına dair bir yazı vardı. Bu da geride bırakmakta olduğumuz sezonun ligler bazındaki durumu. Rakamlar Euro üzerinden ve Transfermarkt'tan alıntı. Soldaki rakamlar o ligin takımlarının transfere harcadıkları toplam para, ortadaki rakamlar da futbolcu transferlerinden kazandıkları paralar. İthalat/ihracat dengesi gibi bir şey yani. Yeşiller futbolcu yetiştirip bunları sağlam paralarla yurtdışına pazarlayanları, kırmızılarsa parayı bastırıp hazıra konanları simgeliyor bir anlamda. Boşuna demiyorlar Arjantin ve Brezilya'nın ihracatı futbolcu transferlerine dayanıyor diye.

Jesse James

Futbola ara verip sinemaya değineyim bu postta. Zamanımın önemli kısmını da sinemaya ayırmama rağmen bloğa bu konuda neden hiç post koymuyorum onu da bilmiyorum. Amerika'nın ilk şöhretlerinden biri Jesse Woodson James. 1800'lü yılların ortalarında yeni kıtada ün salmış bir haydut. Onun hayatını konu alan bir film; The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford. Russell Crowe'lu 3:10 to Yuma'dan sonra güzel bir western filmi daha. Onun kadar hareketli değil, silahlar sürekli kılıflarından çıkartılmıyor, kurşunlar havada uçuşmuyor, hatta ona kıyasla çok durağan ve ağır ilerleyen bir film ama seviyoruz westerni. Küçükken, pazar sabahları uyandığımda TRT'de kovboy filmleri izlerken yakaladığım babamdan kalma bir alışkanlık olsa gerek. Brad Bitt de Jesse rolünde. Görüntü, oyunculuk, aktarılış... her şeyiyle beğendim. Müzikler zaten süper, Nick Cave ve Warren Ellis'in elinden çıkma. Fragmanı burda.

15 Nisan, 2008

Bonservis Şampiyonları

Yazın futbolsuz günleri çekilir kılan şeytransfer haberleridir. En yalan transfer haberi bile heyecanla karşılanır, muhabbeti yapılır, geyiğe sarılır. Transferde sona yaklaşılması, transferin imzaya kalması, prensipte anlaşılması, futbolcunun eşyalarını toplamak üzere ülkesine gitmesi, eşinin şehri çok beğenmesi, ufak pürüzlerin halledilmesi, futbolcunun takımıyla anlaşılması, öğlen saatlarinde basının önüne çıkmasının beklenmesi vs... bunlar hep o sıcak yaz öğlenlerini çekilir kılan ayrıntılardır. Bu yaz da Avrupa Şampiyonası sonrasında bir sürü eğlencelik haber çıkar, kimsi gerçekleşir. Liglerin bitimine az kala biz 2007/08 sezonunun transfer raporlarını koyalım buraya, kim ne yapmış da işe yaramamış, kim ne kadar harcamış, kimler karlı, kimler zararlı çıkmış görelim. Bizim anca çenemizi yorar bu transferler. Bir sonraki postta da en çok para harcanan ligleri koyarız sıraya.

2007/08, Transfere En Çok Para Harcayanlar

1- Tottenham Hotspur : 95.150.000 €
2- Real Madrid : 92.000.027 €
3- Manchester United : 86.300.000 €
4- Liverpool : 84.050.000 €
5- Atletico Madrid : 84.000.000 €

2007/08, Transferden En Çok Para Kazananlar

1- Porto : 70.650.000 €
2- Lyon : 66.950.000 €
3- Atletico Madrid : 52.500.000 €
4- Arsenal : 51.100.000 €
5- Benfica : 49.920.000 €

2007/08, En Pahalı Futbolcular

1- Fernando Torres, Liverpool
2- Arjen Robben, Real Madrid
3- Anderson, Manchester United
4- Pepe, Real Madrid
5- Wesley Sneijder, Real Madrid

İstila Etme İstifa Et!


Mesele ne kaybedilen puanlar, ne ıskalanan şampiyonluklar ne de sıralamadaki manzaradır. Mesele bambaşkadır. Kimsenin kendi camiasının başına gelmesini istemeyeceği şeyleri, Beşiktaş taraftarının tek bir yönetim döneminde yaşamak zorunda kalmasıdır. Mesele babasının şirketlerini teslim etmediği birine Beşiktaş'ın emanet edilmesi ve onu destekleyenlerdir. Söylediği her söz ile batan, batmaktan vazgeçmeyen, batarken bir camiayı da yanında götürmeye niyetli insanların bu kulübü yönetmesidir. Onun takımın başına getirdiği menejerdir. İstenmediğini ve başarısız olduğunu bile bile koltuğundan vazgeçmeyenlerin alayıdır sorunumuz. Eşeklik bizde ki, ilk yarıdaki Sivasspor maçındaki tavrımızı bir maç sonrasına bile taşımayı beceremedik, sustuk. Verdiği zararları saysak buradan köye yol olur. Bu parçada hazır sayılmışı var zaten. İçimizde kalanları da Manisa maçında Dolmabahçe'de söyleriz günbatımında, bu kez mevzuda geri vitese takmak yok..

14 Nisan, 2008

Ya Tutarsa Hesabı

Önceden Ronaldinho'nun Milan'a gideceğini duyuran İngiliz gazetelerinde transfer haberleri iyice çoşmaya başladı. Bunlardan biri Liverpool'un kanat oyuncusu Jermaine Pennant'ın Newcastle yolunda olduğu. Sözde Newcastle menejeri Kevin Keegan tutturmuş "bana bu adamı alın" diye. Arsenal onu sağa sola kiraladı hep sonra da gözden çıkarttı zamanında. Hatta yanında bu sene berbat bir performans sergileyen John Arne Riise'yi de istiyormuş takıma. Demirören kadar olmasın, Newcastle da transferde tuhaf bir politika izliyor.

Abartmayın Beyler

Futbolda böyle efendi gibi gol sevinci yaşayan futbolcuları çok yadırgıyorum. Ben futbolcu olsam gol atınca acayip götüm kalkardı herhalde. Direkt taraftara doğru depar atar, tellere tırmanır, tel yoksa tarftarın üzerine zıplar, nasıl koyduk derdim. Her golden sonra en temizinden bir sarı kartım olurdu. Golden sonra hayatta yapacağım son şey ise tribünde onca taraftarım dururken golü eşime, sevgilime armağan etmek, yüzük öpmek falan olurdu herhalde. Anlamıyorum topçulardaki bu sevgili tribini.